"Biz asla teslim olmayız. Ya kazanırız, ya ölürüz. Bizden sonraki nesillerle de savaşacaksınız. Bana gelince, ben cellâtlarımdan daha uzun yaşayacağım." Ömer Muhtar
TAKDİM
Ömer Muhtar ismi çoğumuz tarafından, ünlü aktör Anthony Quin’in başrol oynadığı Lion of The Desert(Çöl Aslanı)(1981)adlı film sayesinde tanındı. Bu filmi ilk defa ilkokula giderken izlemiş, filmin sonunda onun acıklı şehadetine çok üzülmüş ve fakat bu ulvi şahsiyete karşı ta o yaşımda büyük bir sevgi duymuştum. Bu sevgim ilerleyen zamanlarda gitgide arttı. Öyle ki, Çöl Aslanı filmi en fazla izlediğim bir film olduğu gibi, Ömer Muhtar da, 20.yy’da en sevdiğim simaların içinde hep zirvelerde oldu. İnternette uzun zamandır ondan bahseden bir yazı hazırlamak arzusundaydım. Zira maalesef İslami sitelerde kendisi hakkında kâfi hiçbir bilgi yer almamakta... Hâlbuki bu gibi zatların hayatları ve şahsiyetlerini gelecek nesillere misal olarak sunmak bir vecibedir. Çünkü insanlar örnekler görmek isterler ve onlara kendi kahramanlarınızı sunmazsanız, başkaları bu boşluğu kendi örnekleri ile doldururlar. İnşaallah bu kısa çalışma bir nebze ihtiyaca cevap verici olur. Saygılarımla. Salih Okur
DOĞUMU VE ÇOCUKLUĞU
Ömer Muhtar, 1862 yılında(bazı kaynaklara göre 1858) Libya’da Defne bölgesinin Batnan kasabasında dünyaya geldi. Mensubu olduğu Münifiye kabilesi izzet ve şerefiyle meşhur bir topluluktu. Babası Muhtar, mertliği, cesareti ve güçlülüğü ile tanınmış kahraman bir şahsiyetti. Annesinin ismi Aişe binti Muharib’tir. Küçük Ömer, ilk eğitimini muhterem pederi Muhtar’dan aldı. Babası, 1878 yılında hac vazifesini ifa için Hicaz’a giderken Ömer ve kardeşi Muhammed’i yakın arkadaşı Seyyid El Giryani’ye emanet etti. Muhtar’ın Hac sırasında vefatı üzerine onun ve kardeşi Muhammed’in yetişmesini baba dostu Seyyid el Giryani uhdesine aldı.
İki kardeş Cağbub’taki İslami Bilimler Akademisine kaydoldular. Ömer Muhtar burada 8 yıllık köklü bir dini eğitim aldı. İlmi tahsilinin yanında çeşitli sanat dallarında da kendisini yetiştirdi. Marangozluk, demircilik, ziraatçılık, duvar ustalığı gibi el becerilerini elde etti. Aynı zamanda usta bir binici olarak ün saldı. Cağbub’taki okul arkadaşları onu son derece ciddi, üzerine düşen yükümlülükleri zamanında yerine getiren, istikrarlı bir yaşam süren bir şahsiyet olarak anlatmaktaydı. Kısa zamanda arkadaşları arasında liderlik vasıflarıyla temayüz etti. Gür sesi, üstün zekâsı, güzel konuşması sürekli ilgi odağı olmasına, etrafındaki kişilerin sözlerine kulak vermelerine yol açtı. Mütevazı yaşantısı, servet peşinde koşmaması, onu saygın bir şahsiyet haline getirdi. Bundan dolayı “Sidi Ömer” diye anılır oldu.(Saygıdeğer kişilere denilen bu hürmet ifadesi, şark vilayetlerimizdeki “Seyda” tabirini hatırlatıyor.)
ÜSTLENDİĞİ GÖREVLER
Ömer Muhtar’ın ağırbaşlığı ve saygın kişiliği kendisine önemli görevler verilmesini sağladı. Cağbub Üniversitesinin temsilcisi olarak Mısır ve Sudan’a gönderildi. Çeşitli heyetlere başkanlık yaptı. Kabileler arasında anlaşmazlıkların çözümünde arabulucu olarak görev aldı. Böylece kabilelere ve yaşam tarzlarına iyice muttali oldu. Cağbub üniversitesinde ihtisasını tamamladıktan sonra Kasur zaviyesinin başına getirildi. Daha sonra güneydeki Ayn Kalak zaviyesi şeyhliğine atandı. Gayret ve çabaları ile bu bölgeye Fransız işgal güçlerinin girmelerini engelledi. Daha sonra tekrar Kasur zaviyesi imamlığına getirildi. Bu vazifesini İtalyan’ın Libya’ya saldırdığı 1911 yılına kadar sürdürdü.
SENUSİ HAREKETİ
Ömer Muhtar birçok Kuzey Afrikalı Müslüman gibi Senusi tarikatına mensuptu. 19.yy’da Kuzey Afrika’da teşekkül eden bu tasavvuf ekolu, kısa zamanda çok hızlı bir inkişaf göstermiş, içinde barındırdığı dinamizm ile sömürgeci güçlere karşı Afrika Müslümanlarının soluğunu daima diri ve taze tutmuştur. Bir tasavvuf ekolünden ziyade bir ıslahat hareketi olarak görülebilecek Senusi hareketi, tarikat ve tasavvufu asli güzelliğine döndürmeyi, onu bir miskinler ocağı olmaktan çıkarıp, hayatın her yönünü kucaklayan bir hizmet kurumuna dönüştürmeyi hedef almıştı.
Merhum allame Üstad Ebul Hasen en Nedvi “Hakiki Tasavvuf” adlı eserinde Senusiliğin tasavvufla cihadı, mücahedeyle mücadeleyi birleştirmenin en parlak örneği olduğunu dile getirmektedir. İslami Diriliş Hareketleri adlı eserinde Mustafa İslamoğlu'nun tespiti de aynı istikamettedir: "Mücadele ve mücahede alanlarının hepsinde birden seferberlik ilan edip iki kanatla birlikte uçabilme iftiharı son iki yüzyıllık İslami diriliş tarihinde sadece Senusilere aittir.”
İTALYA’NIN LİBYA’YA SALDIRMASI
Batılı devletlerinin sömürge kurma yarışında çok geç kalan İtalya, uzun zamandır Libya topraklarına göz dikmiş, fakat asrın en siyasi padişahı Abdülhamid-i Sani hanın dirayetli idaresi sayesinde buna fırsat bulamamıştı. Abdülhamid’in bir avuç sergerdan tarafından alaşağı edilmesi ve yeni gelen idarenin beceriksiz ve acemi davranışları İtalya’ya beklediği fırsatı verdi. Mısır’ın İngiliz işgalinde olması, Osmanlı devletinin deniz gücünün neredeyse olmaması vs gibi sebeplerden dolayı Libya’yı kolay bir lokma gibi gören İtalyanlar 27 Eylül 1911’de Osmanlı hükümetine verdikleri ültimatomla Trablusgarb’a çıkartma yaptılar.
İtalya askeri yetkililerinin hesabı işgalin 15 günde tamamlanacağı yönündeydi. Fakat bir avuç Osmanlı kuvveti ile dayanışma içindeki Libya halkı büyük bir direniş sergiledi. İtalyan askerleri kıyıdaki sahil kentlerinin çevresinde sıkışıp kaldı. Savaş çıkmaza girdi. Balkan harbinin başlaması ile İtalya ile uzlaşma yoluna giden Osmanlı devleti’nin zaten az sayıda olan kuvvetlerinin çekilmesi ile Libya halkı zalim İtalyan güçleri ile baş başa kaldı. Bu sırada umum Senusi mücahidinin başı Seyyid Ahmed eş Şerif es Senusi idi.
Ünlü gazetececi ve mütefekkir Merhum Muhammed Esed, Seyyid Ahmed için şunları söylemektedir: “Kuzey Afrika’nın sömürgeci yöneticilerine hiçbir isim onun ki kadar uykusuz geceler geçirtmedi. Hatta ondokuzuncu yüzyılda Cezayirli kahraman Emir Abdülkadir’in veya Fransız yönetiminin başına büyük belalar açan Faslı Abdülkerim’in ismi bile...”
İtalyan güçlerini kıyıya sıkıştıran mücahidler son darbe için hazırlık yapıyorlardı. Kendisine yapılan barış tekliflerini elinin tersi ile iten Seyyid Ahmed şöyle haykırıyordu: “Gençleri ihtiyarlatacak kadar şiddetli ve uzun sürecek bir savaş istiyoruz; günden güne şiddet ve ciddiyet kazanmakta olan bu savaş yalnız yöresiyle sınırlı kalmayacaktır. Etrafımda “La ilahe illallah Muhammed’un Resulullah” hükmünü kabul eden bulundukça, ruhum bedeninde kaldıkça, hatta Trablus’un dışında bile cihadı sürdürmemiz mümkün olacaktır. Şimdiki gibi binlerce, milyonlarca sadık mücahid bulunduğu zaman değil, belki yanımda bir gülle, bir fişek kaldığı zaman bile barışa gelemem”
Tam bu sırada Senusi hareketinin ve de Libya halkının kaderini etkileyecek bir hadise zuhur etti. Avrupa kâfir zalimleri bir menfaat çekişmesini sonunda kanlı bir savaşa dönüştürdüler, Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. İttihat Terakki denilen, ama tam da isminin tersiyle müsemma maceracı kadro yüzünden Osmanlı devleti de kadim dostu(!) Almanya ve Avusturya-Macaristan yanında bu kan deryasına girdi.
Seyyid Ahmed bu savaşa girme taraftarı değildi. Zira Libya’nın tek yardım kapısı olan Mısır’da hareketlerine göz yuman İngilizlere hücum etmek intiharla eş anlamlıydı. Osmanlı devlet erkânının planı ise, Mısır üzerine yapılacak kanal harekâtında, Senusi güçlerinin Libya tarafından vurmasıyla İngilizleri Mısır’da boğmaktı. Senusi kamplarına gelen Osmanlı subayları Seyyid Ahmed’i iknada çok zorlandılar. Almanya’nın gücünü, Mısır’ın Osmanlı idaresine geçmesi ile mücahidlerin Libya’da rahat bir nefes alacağını izah etmeye çalıştılar. Fransız ve İtalyanlar’la birlikte bir üçüncü cephe açmak istemeyen şeyh, sonunda gittikçe artan ısrarlar karşısında kerhen de olsa, Senusi mücahidlerine İngiliz hududuna saldırı emrini verdi. İngiliz güçlerinin şaşkınlığı sebebiyle hızlı bir ilerleme gösteren Senusi kuvvetleri, İngilizlerin karşı hücuma geçmesi ile ağır kayıplara uğrayıp, Trablus’un iç kesimlerine çekilmek zorunda kaldılar. Öte yandan, Süveyş kanalı civarında Cemal paşa emrindeki Osmanlı birliklerinin başarısız harekâtları bütün planları suya düşürdü. Ve bu anlamsız hücum Senusilerin Mısır erzak yolunu tehlikeye düşürmekten başka hiçbir işe yaramadı. Senusi şeyhi bu ağır yenilgiden sonra bir kere daha Osmanlı devlet adamlarının iknasına boyun eğdi ve halifenin çağrısı üzerine mücadeleyi yarıda bırakarak bir denizaltı ile payitahta geldi ve 1933’te vefatına kadar bir daha Libya’yı göremedi.
İstanbul’da büyük şâşâ ile karşılanan, yoğun ilgiye mazhar olan bu büyük mücahidi daha sonra Kuva-i Milliyeye destek için Anadolu’yu karış karış gezerken görüyoruz. (Seyyid Ahmed’in hayatı için bak. Muhammed Senusi-Kadir Özköse-İnsan yayınları-İstanbul-2000)
Seyyid Ahmed’in ayrılması ile yerine Seyyid Muhammed İdris geçti. Bu sıralar İtalya büyük çalkantılar içindeydi. 1922’den itibaren Benito Mussolini liderliğinde Faşistlerin İtalya’da egemenliği ele geçirmesi Libya üzerindeki kara bulutların daha da artmasına sebep oldu. İtalya’yı Roma imparatorluğu devrindeki azametine döndürme hülyaları kuran İtalyan “Duçe”si, Trablusgarb’taki direnişin ezilmesini, Senusi mukavemetinin kırılmasını birinci öncelikli iş olarak görüyordu.
Evvel emirde İdris Senusi ile yaptıkları tüm anlaşmaları fesheden İtalyanlar 1923 yılında ikinci işgallerine başladılar. Merhum Muhammed Zuvay'ın ifadesiyle “eline kılıçtan çok kalemin yakıştığı” Emir İdris ise beklenen İtalyan saldırısı öncesi Libya’yı terk ederek Mısır’a yerleşti. Yerine kardeşi Muhammed Rıza ile amcazadesi Seyyid Seyfeddin’i vekil bıraktı. Fakat onlar da, kendisi gibi, cihadın yükünü ve liderliğini yapabilecek şahsiyetler değillerdi. Ani İtalyan baskını ile bir an afallayan Mücahidler, kısa bir süre içinde bir büyük liderin etrafında toparlandılar. Daha önceki muharebelerde askeri dehası ile Osmanlı subaylarının dahi dikkatini çeken ve bir Senusi liderinin “Onun gibi on insan olsaydı, bize yeterdi” dediği bu kahraman; Ömer Muhtar'dı.
ÖMER MUHTAR’IN HAREKETİN LİDERLİĞİNİ ÜSTLENMESİ
Ömer Muhtar direnişin liderliğini üstlendikten sonra emrindeki kuvvetleri 100–300 silahlı atlı ya da yaya olarak küçük gruplar halinde organize etti. Bu güçler birer vurucu tim şeklinde idi. Çok hızlı ve seri hareket kabiliyetleri ile İtalyan askeri kollarına, nakliyelerine, karakollara baskınlar yapıyor ve bir anda ortadan kayboluyorlardı.
Ömer Muhtar emrindeki güçler ile İtalyan kuvvetleri arasında 1923’ten 1932’ye kadar her yıl en az elliden fazla muharebe, iki yüzden fazla küçük ölçekli çatışma cereyan etti. İtalyanların savaştığı sadece organize edilmiş bir kısım Senusi birlikleri değildi. Topyekûn Libya halkına karşı savaşıyorlardı. Tam bir abluka ve çember içindeki halk bir ölüm-kalım savaşı vermekteydi.
Ömer Muhtar hareketin merkezi olarak karargâhını Calu vahasının Cebel-i Ahdar (Yeşil dağ) bölgesine kurdu. Her başarılı lider gibi Sidi Ömer de istihbarata çok önem vermekteydi. Korkuyu, kaçışı akıllarından silmiş bulunan Senusi kuvvetleri İtalyan garnizonları arasında mekik dokumaya başladılar. Hatta bedevi çoban kılığına girerek İtalyan birliklerinin arasında dolaşmakta ve onların hareket stratejilerini daima kontrol etmekteydiler. Senusilerin giriştikleri çarpışmalar belirsiz ama yaygın bir hal arz etmekte, saldırılar akıl almaz bir halde sürmekteydi.
İtalya’nın Sireneyka valisi Teruzzi, İtalyan birliklerinin içine düştüğü çıkmazı şöyle anlatmaktaydı: “İtalyanların, Senusiler karşısındaki askeri üstünlükleri beş para etmemekteydi. Çünkü savaştığımız güçler düzenli bir ordu değildi. Karşı güçler bir insicam içerisinde hareket etmekteydi. Güçler aynı pozisyonda olsa, ayaklanmaların bastırılması söz konusu olabilirdi. İtalyan birliklerinin çoğu hep savunma durumunda kaldı. Senusilerin direnişi karşısında 5000–10.000 kişilik ordularımız başarılı olamamaktaydı. Çünkü mücahidler hiçbir kayıt ve engel tanımamaktaydılar. Zaten kaybedecekleri neleri kalmıştı ki? Onlar için, esaret ölümden daha beterdi. Yaşadıkları topraklarda boyunduruk altında bulunmayı zül saymaktaydılar. Bugün bir yerde ortaya çıksalar, yarın 50 km ötede, ertesi gün 100 km ötede gün yüzüne çıkarlardı. Bir ay ortadan kaybolur, bir süre sonra masum bedevi kılığına girdikleri olurdu. Ya da ormanlıklara dalarak izlerini kaybettirirlerdi. Küçük gruplar halinde bulunan, yakalanması mümkün olmayan, çevik, atak, hızlı hareket eden bu ateş parçalarına karşı güçlü askeri birliklerin ne anlamı vardı ki... Gündüzleri biz İtalyanlar, geceleri Senusiler hâkim oluyordu.”
Mücahidlerin kesin başarısı için iyi bir teşkilatlanma gerekiyordu. Bu da bir kısım ekonomik ve askeri yardımlara vabeste bir durumdu. Ömer Muhtar bir ara bunu temin için gizlice Mısır’a gitti. İdris Senusi ile bir takım görüşmelerde bulundu. Ancak İdris, Mısır ve İtalyan hükümetlerinin arasını açmamak için böyle bir yardım için kılını kıpırdatmadı. Mısır’da rahatça yaşamayı, dağlarda İtalyanlara karşı bin bir türlü çile içerisinde verilen mücadeleye tercih etti.(Daha sonraları, çilesini çekmediği davanın meyvesini yemek için, İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan Libya hükümetinin kralı oldu. Fakat kısa bir süre sonra Albay Kaddafi’nin darbesiyle devrildi...)
Ömer Muhtar’ın Mısır’da olduğunu öğrenen İtalyan gizli haber alma örgütü, onun barış masasına oturması için ikna etmek üzerine bazı ajanlarını Mısır’a gönderdi. Bu ajanlar Sidi Ömer’i Mısır’da bulup ona kendilerine göre cazip tekliflerde bulundular. Eğer cihad hareketinden vazgeçer ve teslim olursa kendisine Bingazi’de en güzel bir köşk, hayatının sonuna kadar rahat yaşayacağı yüklü bir maaş ve ekonomik yardımlar teklif ettilerse de, bu büyük dava adamından tarihi bir şamar yiyerek elleri boş dönmek zorunda kaldılar. Şöyle kükremişti Çöl Aslanı: “Ben her isteyenin böyle kolayca yutabileceği bir lokma değilim... Beni kimse imanım, davam ve cihadımdan alıkoyamayacaktır. Allah onların iştahlarını kursaklarında bırakacaktır.”
İdris es Senusi ile yaptığı görüşmelerden ümidini kesen Ömer Muhtar Mısır’lı Müslümanların kısmi yardımlarını alarak, beraberindeki heyet ile Cebelü’l-Ahdar’a döndü. Dönüş yolunda İtalyanlar tarafından planlanan bir suikast da başarısızlıkla sonuçlandı.
1 Şubat 1924 tarihinde Seyyid Ahmed eş Şerif’e yazdığı mektupta haklı olarak şunları ifade ediyordu: “Selamdan sonra... Biliniz ki biz vatanımızın acıklı ve ızdıraplı bir hayat yaşayan evlatlarıyız. Vatan, istila kuvvetlerinin çizmeleri altında inliyorken, İdris es Senusi çıkıp Mısır’a gitti. Arkasından İtalyanlar, yapılan bütün anlaşmaları iptal ettiler. İdris, bizi bırakıp Mısır’a iltica etti. Biz ise kendimizi son derece dağınık bir vaziyette bulduk. Gittiği yönü, doğu ve batısını bilmeyen ve denizin ortasında yüzen bir gemi gibi terk edildik.
Sen de aynı şekilde bizi bırakıp Türkiye’ye gitmeyi tercih ettin. Şunu bilin ki, vallahi, vallahi ve sümme vallahi sizi yakalarınızdan yakalayacağımız günler olacak... Sübhanallah... Tatlı olduğu ve meyve verdiği günlerde vatanınıza sahip çıkıyordunuz da, acıklı günlerde nasılda terk edip gidiyorsunuz?
Mısır’a, İdris’in yanına vardık. Ondan yardım istedik. Fakat bize, “gidin, kendi başınızın çaresine bakın, bizim size yapabileceğimiz hiçbir yardım yoktur” diye bizi eli boş gönderdi. Yanaklarımızı sulayan acı gözyaşlarımızla, Mısır’dan cephemize döndük. Ancak şunu iyi biliniz ki, biz Allah’a tevekkül ederek vatanımıza geri döndük ve kanımızın son damlasına kadar dinimizi, vatanımızı ve canlarımızı savunarak asla düşmana teslim olmamak üzere ahdettik.
Ancak yine de birçok şeye muhtacız. Özellikle silah, sonra para, yiyecek ve giyeceğe şiddetle muhtacız. Yardımcımız Allah’tır, Allah... Acele edin... Yardımda süratli davranın, imkânınız ne elverirse, az veya çok demeyin.” Mücahidler bin bir yokluk içinde kıvranırken, işgal güçleri, modernize olmuş birlikleri ile artık kesin bir darbe için hazırlanıyorlardı. Kuvvet dengesi olmayan bu çirkin savaşta İtalyanlar için her şey mübahtı. Direniş güçlerinin halktan yardım görmelerini engellemek için bölgedeki hayvanlar telef edilmekte, mahsuller, ürünler zarara uğratılmakta ve ormanlar yakılmaktaydı. Zaten Batı’nın insaniyetperver maskesi altındaki yüzü hep böyle olmuştur. Fransa’nın Cezayir’de, İngilizlerin Hindistan’da, Moskof’un Kafkas ve Türkistan savaşlarında ve Asyanın diğer münafıklarının, Avrupa’nın kâfir zalimlerinin sultası ve işgali altındaki diğer memleketlerde hep aynı utanç tabloları yaşanmıştır.
Hani dev şairimiz enfes bir şekilde der ya: “Gösterdiği vahşetle “bu bir Avrupalı” dedirtir, hırs yoksulu sırtlan kümesi...” Bu şablon sömürgeci bütün devletlere aynen oturmaktadır. Onlara göre bir batılı efendi vardır, bir de onun medeniyet getirmesine muhtaç, zavallı üçüncü dünya halkları. Bugün de durum pek farklı değildir.
İtalyanlar bu ikinci işgal döneminde hava kuvvetlerini ve zırhlı araçları azami bir şekilde kullandı. Bu da mücahid kayıplarının giderek artmasına sebep oluyordu. Ormanlıkların ateşe verilip, ortadan kaldırılması sonucu, gerilla güçlerinin seyri kolaylıkla kontrol edilebilir hale gelmişti. Gözü dönmüş faşist güçler sadece 1923–1929 yılları arasında 141.766 küçük ve büyük baş hayvanı katlettiler. Yine bu yıllar şehid edilen mücahid rakamı İtalyan verilerine göre 4329’du.
Fakat bütün önlemlere rağmen Libya halkının direnişi, Senusi mukavemeti kırılamıyordu. Roma hükümeti beş sene içinde Sireneyka’ya beş vali göndermek zorunda kaldı; Bongiovanni, Mombelli, Teruzzi, Siciliani ve son olarak meşhur Graziani...