Basra Karyelerinin sakinleri yedi kafile oluşturarak, Benî Nadir ve Benî Kurayza Yahudilerine içlerinde her türlü ihtiyaç maddesinin bulunduğu kervanları götürdüler. Bu kervanlarda o günün şartlarında yok yoktu. En güzel kumaşından güzel kokulara varıncaya kadar her şey...
Kervan Benî Kurayza ve Benî Nadir'e giderken, müminler onları gördüler ve dediler ki:
–Ne olurdu, şu kervanlardaki mallar bizim olaydı. O zaman hem ihtiyaçlarımızı karşılamış olur, hem de Allah yolunda sarf ederdik.
Bu hâdiseden Resûlullah Sallallahu Aleyhi ve Sellem Efendimiz de haberdar oldu ve Mevlâ Teâlâ Hazretleri şu ayeti celileyi inzal buyurdu:
"Habibim! Celâlim hakkı için yemin ederim ki sana Seb'i Mesani'yi ve Kur'anı Azim'i verdik." (15/87)
Ayeti kerimede geçen "seb'i mesani" ile Fatiha sûresi kastedilmiştir, ayrıca Kur'an'ın tamamı da kastedilmiştir.
"Sakın onlardan bazı sınıflara verdiğimiz dünya malına göz dikme, onlardan dolayı üzülme ve Müminlere alçak gönüllü ol."(Hicr, 88)
O mal, mülk sahibi zenginler niçin bizimle birlikte olmuyor diye üzülmeyin. Dine yardım edip, dini yükseltmeye çalışmıyorlar diye de üzülmeyin. Üzülmeyin; çünkü biz size öyle büyük zenginlikler ve hazineler verdik ki, ne dünyada ne de âhiret hayatında onların eşini bulamazsınız. Dünya ve âhiret hayatının en hayırlısı Fatiha'yı, Kur'an'ı siz müminlere verdik.
O Kur'an sizi, müminleri bana kavuşturur, benim rızai şerifime kavuşturur. Cennette, aklınızın alamayacağı kadar sonsuz derecede güzel nimetlere kavuşturur. Bir de ne yapar Müminleri? Dünyaya hâkim yapar. Düşmanlarınızı da mahkûm eder.
Bu durumda şöyle bir soru ile karşı karşıya kalacağız: Kur'an bu kadar büyük bir nimet olarak Müminlerin elinde bulunuyor. Öyleyse bu saydığımız nimetlere niçin ulaşamıyoruz? Bu soruya verilecek cevap çok açık ve nettir:
"Kur'an'a lâyık amellerimiz olmadığından."
Bu konudaki sözü, Kâinatın Efendisi Sallallahu Aleyhi ve Sellem söyledi:
–Her kim Kur'anı Kerim'le zengin olmadı ise, bizden değildir.
Bir Mümin Kur'anı Kerim'e inanıyor, onunla amel etmeye çalışıyor; fakat kendisinin zengin olmadığına inanıyorsa, o bizden değildir. Demek ki, en zengin olanlar Kur'an ehli olanlardır. En büyük nimet de budur ve bu nimetin kıymetini bilelim.
İşte bu büyük nimet, Kur'an okunmazsa, vay hâlimize! Okunup da amel edilmezse, o zaman da vay hâlimize!
Vay hâlimize hem de nasıl! Millet, Kur'an ile amel etmeyi, Kur'an okumayı bırakmış. Kur'an okumak yerine, imansızların icatlarının, şarkıcılarının, yazarlarının, çizerlerinin peşinde koşuyor. Kur'an tahsili yapacakları yerde, sapık okulları bitirme çabaları içinde bocalıyorlar.
Mevlâmız bizim önümüze bu büyük nimeti koyuyor da, bizim gözümüz bunu görmüyor. Bu hâl şuna benziyor: Fakir bir adama bir çuval altın veriliyor, adam bu bir çuval altının farkında değil. Yanında bulunan bir adamın elindeki bir iki adet altına gözünü dikmiş bakıyor. Konumuzla ilgili bir ayeti kerimede de şöyle buyrulmuştur:
"Şüphesiz ki bu Kur'an en doğru yola iletir. İyi davranışlarda bulunan müminlere, kendileri için büyük bir mükâfat olduğunu müjdele."(17/9)
KOŞUN AĞIR YÜRÜMEYİN...
"Ve Rabbinizden bir mağfirete ve eni, gökler ile yer genişliğinde olan bir cennete koşunuz ki, o cennet muttakiler için hazırlanmıştır."
Ayet–i kerimede Rabbimiz bize "Nineler gibi yavaş yavaş, ağır ağır yürümeyin." buyuruyor. Peki, nasıl yürüyeceğiz? "Birbirinizle yarışırcasına, müsabaka edercesine koşun." Bunu kim buyuruyor? Rabbimiz. Dikkat edin Allahu Teâlâ Hazretleri:
"Acele etmeyiniz, ben nasılsa cenneti siz vereceğim, onun için yavaş yavaş hareket edin" buyurmuyor. Aksine şöyle buyuruyor:
"O cennetleri yarattım, koşun, müsabaka ederek, acele ederek koşun."
Mufaale babından gelen bu kelimede müşareket, yani ortaklık vardır. Nerede ortaklık vardır? Koşmakta, kulluk vazifelerini yerine getirmekte ve yapılan hata ve kusurlardan dolayı Allahu Teâlâ Hazretleri’nden af talep etmekte ortaklık vardır. Mümin kardeşin çalışacak, sen de çalışacaksın. Mümin kardeşin de Mevlâ'nın rahmetine koşacak, sen de koşacaksın. Hiçbir surette durmak yok. Biri duracak, diğeri koşacak da değil; hep birlikte koşacağız.
Bugün ne oluyor: Biri koşmuyor, koşana da engel olmaya çalışıyor. Belki bu engelleme sözlü olmuyor, ama hâl ile böyle olduğu anlaşılıyor.
Bu, haberle, ilimle öğrenilir. Onun için ilim tahsiline önem verelim. Bilelim ki, "Hiç bilenle bilmeyenler bir olur mu?"
Değerli kardeşlerim!
Geri kalmayın, koşun, Mevlâ'mızın rahmetine koşun. Bugün bilgisizler ne yapıyor, koşuyor, koşuyor, ama nereye? Abdu'l–kafa, kafasının kulluğuna koşuyor. Abdü'l–butun, karnının kulluğuna koşuyor.
Koşunuz, müsabaka edercesine yürüyünüz, birbirinizi geçercesine çalışınız. Namazda, zikirde ve diğer ibadetlerde yarışırcasına koşun. Namazımı ihlâs ve huzur içinde kılayım, ama mümin kardeşim de daha huzurlu kılsın. Böyle düşüneceğiz, böyle yarışacağız ki, bir kardeşin daha cennete girse, cennetten bir şey mi eksilir? Cennet ve cennetler o kadar büyüktür ki, onların büyüklüklerini aklımızla anlamamız mümkün değildir. Rabbimiz’in nimetleri o kadar çoktur ki, en zayıf mümine bile iki dünya büyüklüğünde cennet verilecek. Efendimiz Sallallahu Aleyhi ve Sellem buyurdular ki:
–Cennet ve cehennemin, her birinin dolması vardır. Demek ki, cennet de dolacak, cehennem de. Cennetin dolması ile cehennemin dolması arasında bir fark vardır. Cennetin dolması için Hak Teâlâ Hazretleri yeni müminler yaratacak. Fakat cehennemin dolması için insan yaratılmayacak. Bu konudaki bir ayet–i kerimede Rabbimiz şöyle buyurur:
"Âhiret gününde biz cehenneme diyeceğiz ki: "Doldun mu?" Cehennem ise diyecek ki: "Daha var mı?"(50/30)
Rabbimiz kudreti ile cehennemi dürecek, dürülen cehennem de "Başka alacak yerim yok." diyecek.
İMANINIZI YAKÎNLEŞTİRİN...
Ebû Cehil, Nemrud, Karun ve bunların bugünkü yandaşları, tüm kâfirler Mevlâ Teâlâ'ya yakînen inanmadıkları için, dünya hayatında Mevlâ Teâlâ'ya kullukta bulunmadılar. Onlar dünya hayatında yaptıklarının karşılığını âhiret hayatında göreceklerdir. Onların, dünyada yaptıklarının karşılığını âhirette gördüklerinde ne hâle geleceklerini Rabbimiz bize şöyle bildiriyor:
"O günahkârların, Rableri huzurunda başlarını öne eğecekleri, "Rabbimiz! Gördük duyduk, şimdi bizi (dünyaya) geri gönder de, iyi işler yapalım, artık kesin olarak inandık." diyecekleri zamanı bir görsen!"(32/12)
O zaman yakîn derecesinde inanırlar, amel etmek isterler. Ne yazık ki iş işten geçmiştir, orada yapacaklarının onlara bir faydası olmaz.
Dünya hayatından imanı yakîn derecesine gelen insana tembihe gerek yok. O insan, İslâm şeriatının her bir hükmünü yaşamaktan büyük zevk alır. İmanı yakîn derecesinde olan mümin der ki:
"Rabbim emretse de ben yapsam." İmanı yakîn derecesine gelmeyen bir kişiye iki rekât namaz kılmak zor gelir, sanki sırtına bir dağ yüklenmiş gibi gelir. Bir kimseye İslâm şeriatının güzel hükümleri tebliğ edildiğinde, onun bunları kolaylıkla yerine getirebilmesi için, ona imanının yakîn derecesine ulaşmasına vesile olacak yollar da gösterilmelidir. İmanı yakîn derecesine erdiren yollardan biri de Mevlâ Teâlâ'yı zikretmektir. Bu hususta Mevlâ Teâlâ buyuruyor ki:
"Bunlar, iman edenler ve gönülleri Allah'ın zikriyle sükûnete erenlerdir. Bilesiniz ki, kalpler ancak Allah'ı anmakla huzur bulur."(13/28)
Bir kimse kâinattaki bütün ilimleri bir elekle elese, bütün kitapları araştırsa ve okusa, kalbi yine de mutmain olmaz. Kalbin mutmain olmasının yegâne yolu, zikrullahtır. Mevlâ'yı zikretmek o kadar büyük bir iştir ki, zikreden kişi ile Mevlâ arasında bir münasebet meydana gelir. Zikre, artırarak devam ettikçe, bu münasebet de gelişir, artar. Münasebet gelişip artıkça muhabbet artar. Zikreden kişide muhabbet ağır basınca, kalp itminan sahibi olur. Nemrudlar, Firavunlar, Hâmânlar, Ebû Cehiller, Ebû Lehebler, Mevlâ'mızın huzuruna çıktıklarında ne diyecekler:
–İmanımız yakîn derecesine ulaştı, şimdi emret yapalım.
İşte yakîn öyle bir hâldir ki, Ebû Cehil gibi adamları bile bu dereceye getirip şimdi teslim olduk dedirtecek.
İSRAİLOĞULLARI İSLAH OLMAZ BİR KAVİMDİR...
"Biz, Kitap'ta İsrailoğulları'na: Sizler, yeryüzünde iki defa fesat çıkaracaksınız ve azgınlık derecesinde bir kibre kapılacaksınız, diye bildirdik."(17/4)
Yahudiler, yeryüzünü ifsat ettiler, fesada verdiler. Tevrat'ın hükümlerini terk ettiler ve hükümlerini nefislerinin istekleri üzerine değiştirdiler. Allah Celle Celâluhu'nun haram kıldığı şeyleri, Yahudiler helâl kılmaya başladılar. Yahudiler o kadar sapıttılar ki, iman ve ihlâs çizgisinden ayrılmayan âlimlerini öldürdüler. Âlimlerini öldürmekle yetinmediler, kendilerine gönderilen peygamberleri de şehit ettiler. Bu durum bir ayet–i celilede bize şöyle haber verilmektedir:
"Andolsun ki İsrailoğulları'nın sağlam sözünü aldık ve onlara peygamberler gönderdik. Ne zaman bir peygamber onlara nefislerinin arzu etmediği (ilâhî hükümleri) getirdi ise, bir kısmını yalanladılar, bir kısmını da öldürdüler."(5/70)
"Bunların ilkinin zamanı gelince, üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderdik. Bunlar, evlerin arasında dolaşarak (sizi) aradılar. Bu, yerine getirilmiş bir vaad idi."(17/5)
İsrailoğulları'na yazılan birinci vaadin zamanı geldiğinde, Mevlâ Teâlâ onların üzerine güçlü kuvvetli, savaşçı kullarını musallat etti. İsrailoğulları'na musallat olan Buhtünnâsır ve ordusu idi. Buhtünnâsır ordusu ile birlikte İsrailoğulları'nın üzerine amansızca saldırdı. Öyle bir saldırdı ki, bir daha ayağa kalkacak tâkat bırakmadı onlarda. İsrailoğulları'nın elinde bulunan toprakları işgal etti, savaşçılarını, âlimlerini kılıçtan geçirdi. Kudüs'e girdi, şehri baştanbaşa tahrip etti, Beyt–i Makdis'i tahrip etti. O kadar ileri gittiler ki, sokak aralarında dolaşarak, önlerine çıkan Yahudi erkeklerini öldürdüler. Kadınları ve çocukları esir aldılar. Bu durum İsrailoğulları'nın isyan, fesat ve bozgunculuklarının karşılığı olarak dünyada kendilerine verilen bir azaptı.
Bu azaptan kaçarak, gizlenerek kurtulan Yahudiler, akıllarını başlarına topladılar. Tövbe, istiğfarda bulundular. Tevrat'ın hükümlerine sarıldılar; helâli helâl, haramı haram bildiler. Allah Celle Celâluhu İsrailoğulları'nın tövbelerini kabul etti. Tekrar onlara ihsan ve lütufta bulunuldu. Bu durumu da Rabbimiz şöyle haber vermektedir:
"Sonra onlara karşı, size tekrar (galibiyet ve zafer) verdik; servet ve oğullarla gücünüzü artırdık; sayınızı daha da çoğalttık."(17/6)
Aradan zaman geçer. Yahudileri perişan eden Buhtünnâsır öldürülür. Yerine gelenler onun yolundan giderler, fakat zamanla güçleri zayıflar. İsrailoğulları da zaman içinde esaretten kurtulurlar, yurtlarına dönerler, mallarına mülklerine yeniden kavuşurlar.
Ne zaman ki rahata erdiler, mal–mülk ve saltanat sahibi oldular, Rabbimizin nimetlerini elde ettiler, müzmin alışkanlıkları depreşmeye başladı. Azıtıp, sapıtmaya, sapmaya başladılar. Aradan zaman geçti, azgınlık ve sapıklıkları zirveye ulaştı. Zekeriya ve Yahya Aleyhisselâm'ı şehit ettiler. İsa Aleyhisselâm'ı da öldürmeye teşebbüs ettiler. Yeryüzünü yine fitne ve fesada verdiler. İşte o zaman Rabbimizin ikinci vaadi tahakkuk etti.
Mevlâ Teâlâ, bu sefer de onların üzerine yine güçlü kuvvetli bir kavmi musallat etti. Buhtünnâsır, çoktan ölmüştü, ama Rabbimizin Buhtünnâsır kulu bir tane değildi ki. Bu sefer de Romalıları onlara musallat etti. Romalılar önce İsrailoğulları'nın yurtlarını ellerinden aldılar, Kudüs'ü tahrip ettiler. Beyt–i Mukaddes–i yakıp yıktılar. Yüz binlerce Yahudi'yi öldürdüler.
"Eğer iyilik ederseniz kendinize etmiş, kötülük ederseniz yine kendinize etmiş olursunuz. Artık diğer cezalandırma zamanı gelince, yüzünüzü kara etsinler, daha önce girdikleri gibi yine Mescid'e (Süleyman Mabedi'ne) girsinler ve ellerine geçirdikleri her şeyi büsbütün tahrip etsinler (diye, başınıza yine düşmanlarınızı musallat kıldık)."(17/7)
Mahmud Ustaosmanoğlu k.s